"Biz Daha Millet Olamadık"

22 Haziran 2011 Çarşamba

Budapeşte’nin salaş bir meyhanesinde dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar başkanlığındaki Türk heyeti onuruna verilen akşam yemeğinde merhum Ahmet Kabaklı ile yan yana oturuyorduk. Macaristan, sosyalist rejimden henüz çıkmış. Alışılagelenin aksine Macar Hükümeti, halka açık bir meyhanede resmi heyete yemek veriyor.

Viyolonsel, keman ve akordiyon üçlüsü salondakileri coşturmaya başlayıncaya kadar kendimizi resmi bir heyet yemeğinde sanıyorduk. Oysa büyük bir koronun tam ortasında kalmış turist kafilesi gibiydik.
Dakikalar ilerledikçe Macarlar müzikle bütünleşti. Şaşkınlığım,  hayranlığa dönüştü. Onların sesi yükseldi, biz sustuk.
Sarhoş olduğunu zannettiğimiz bir koro, müzik ziyafeti çekiyor...Şarkıdan şarkıya geçiyor… Neredeyse Kızıl Ordu Korosu ile kıyaslayacağım bir bütünlük. Müthiş bir ahenk. Kimse detone olmuyor. Tek bir çatlak ses  yok. Kıskandım. Komplekse kapıldım. Bir şarkı, bu kadar mı güzel paylaşılır…
Macarlar, mutluluğu paylaşırken ben de şaşkınlığımı merhum Ahmet Kabaklı ile paylaştım. Kulağına eğilip, “Hocam bu nasıl bir ahenk?  Biz İstiklal Marşı’nı bile on kişi ile böyle seslendiremiyoruz… Macarlar bu ahengi nasıl yakalıyor?  Nedir bunun sırrı?” dedim.
Hiç ikirciklenmeden kulağıma eğildi, “Biz daha millet olamadık” dedi.
Bıçak gibi keskin ve soğuk… Acımasız… Türk milliyetçilerinin duayen ismi, bir şey fısıldıyordu  kulağıma… Bir şey… Bütün tanımları yıkan bir şey… “İdealin konuştuğu yerde vicdan susar” diyen düşünüre inat, vicdanı ile konuşuyordu…
Yıl 1994... Merhum Kabaklı Budapeşte’de kulağıma fısıldarken herkesten gizlediği kanayan yarasını gösteriyordu. Aynı günlerde, birileri de Bingöl’de toplumun kabuk bağlayan yarasını kanatıyordu.
Daha sonra başbakanlık koltuğuna oturacak olan Erbakan, Bingöl’de, “Siz Türküm, doğruyum, çalışkanım derseniz bir başkası, ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım der” diye haykırıyordu.
                                                                                                                                                    Kabaklı ve Erbakan… İkisi de muhafazakar düşüncelerin türbedarı.  İkisi de kutsalların bekçisi.  Biri vicdanındaki yarayı kanatmaktan korkuyor, diğeri “kanlı ya da kansız” ikbal peşinde koşuyor… Sonuç? 
Yıl  2011...  Ölüm döşeğindeki Erbakan, Namık Kemal Zeybek’e“Namık Kemal, vatan ve memleket tehlikede. Vatanı ve memleketi kurtar” diyor.
Bingöl’de  1994’te züccaciye dükkanına girmekten çekinmeyen; takiye zihniyeti ile talebe yetiştirirken kendisine bile takiye yapıldığını fark edemeyen bugünkü siyasi vesayetin mimarı, kırıp döktüklerini tamir etmesi için birilerine vasiyet ediyor.
17 yıl önce istikbali göremeyenlerin kalp gözü, ukbâya göçerken mi açıldı? Bugüne kadar hangi dikensiz gül bahçesindeydiniz de vatan ve memleketin tehlikede olduğunu göremediniz?  Bingöl mitinginde, “Kürt” “Türk” ayırımı yaparken ucuz siyasetin bedelinin ağır olacağını hiç mi düşünmediniz? Bugünkü, “Sivil itaatsizlik” sizin o günkü konuşmanızın eseri. “Sivil itaatsizlik” karşısındaki iradesizlik ise, o gün yanınızda duran talebenizin…
Siyaset niyet işidir, amel değil. O niyet, Anayasa’nın 81. maddesidir.
İbn-i Haldun’dan Aristo’ya, Cevdet Paşa’dan Atatürk’e kadar “ulus-millet” tanımı hep yapılageldi. Kimi İslami birlikteliği, kimi soy birlikteliği, kimi iradi, kimi coğrafi birlikteliği temel aldı. Ama hiçbir tanım, Macar halkının tek ses halinde şarkı söylemesi gibi elle tutulur, gözle görülür, imrenilir olmadı. O gün Budapeşte’de gördüm ki, millet olmak, savaşta omuz omuza vermek değil; muasır medeniyetler seviyesine çıkmak hiç değil; O gün Budapeşte’de gördüm ki, millet olmak, hissetmektir. Millet olmak, niyet etmektir
Peki biz, merhum Ahmet Kabaklı’nın dediği gibi, “Henüz millet olamadık mı?” Hâl ve gidişe bakın, cevabı siz verin.
_______________________
Bu yazının http://www.gazetecileronline.com'da/
yayınlanma tarihi, 11 Nisan 2011, 00:06'dir...

0 yorum:

 
 
 
 
Copyright © güvence